19 Ocak 2016 Salı

SİNEMA


The Sixth Sense ... how I managed to avoid spoilers before it came out on VHS is a tribute to how good this was spun. People actually did not want to spoil it for anyone.


Sweet November



First Knight (1995) Agonizing choices confront King Arthur, Lady Guinevere and Sir Lancelot in this lyrical retelling of the legend of Camelot. With Guinevere torn between her husband and Lancelot, he must balance loyalty to the throne with the rewards of true love.





Love of life


SEVEN (1995) Thriller film starring Brad Pitt and Morgan Freeman. The newly transferred David Mills (Pitt) and the soon-to-retire William Somerset (Freeman) are homicide detectives who become deeply involved in the case of a sadistic serial killer whose meticulously planned murders correspond to the seven deadly sins: gluttony, greed, sloth, wrath, pride, lust, and envy.


Trapped in Paradise (1994) - Many of you may not have even heard of this one, but this has been an annual playback for our family every Christmas season since I first discovered it 15+ years ago! The banter between the Firpo brothers still cracks me up every year!

The Family Man. Nicolas Cage and Tea Leoni star in this wonderful holiday film. Thought provoking..
Ghost Rider (2007): Stunt motorcyclist Johnny Blaze gives up his soul to become a hellblazing vigilante, to fight against power hungry Blackheart, the son of the devil himself #movie

22 Haziran 2012 Cuma

YAZARLARDAN ALINTILAR...

Ne yöne gidersen git -doğu, batı, kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi sonunda arzı dolaşır.
Elif Şafak / Aşk

“Güzel kalan yaralar vardır… Sen de benim bazen zamansız bir dokunuş, bazense mevsimsiz bir yağmurla sızlayan ama hep güzel kalan yaramsın… Ne benzetme ama…”
Kürşat Başar / Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum

“Bitti! Her bitiş yeni bir başlangıcın fragmanıydı! Aramızdaki sıradağlar gibi duran aşılmaz engel “Biz arkadaşız…” diye başlayan o çocukça masal değil, gözü dönmüş psikiyatristlerin yazdıkları ufacık bir kağıt parçasıydı: “Şizofrenik septomlar…”diye başlayan ve “…gözlem altında tutulmalı!”emir kipiyle noktalanan!”
Rahmi Vidinlioğlu / Şizofreni Yalnız Oynanmaz

“Huzur sence ne?” sordu birden Aziz.
“Huzur mu? Insanın korkularından kurtulması bence huzur.
Dünya ve ahiret adına ümitli olma ve gelecege güvenle bakabilme duygusu diyebilirim…”
♥ Kalbe Ateş Düşünce
Mukaddes Yakay

On üçüncü kattan atlamış, zaten görenler uçak gibiydi diyorlar.
Ellerini iki yana açmış, kanatlı gibiymiş.
Düştüğünde parçalanmış bedeninin orta yerinde,
giydiği tulumun cebinden bu kara kutu çıkmış.
Kara kutuya “düşüş nedeni” diye şu notu yazmış:
“Pervaneme kuş girdi çıkaramadım…”
Cem Mumcu – Üçüncü Sayfa Güzeli


İnsan demek, kırıklık demektir.Her türlü kırıklık.Düş kırıklığı.Kalp kırıklığı.
Yaşamanız gerektiğine inandığınız şeyleri yaşamadığınızın, olmanız gereken yerde olamadığınızın,
sahip olmak isteyip de olamadıklarınızın kırıklığı ve bu kırıklığın doğurduğu hüzün.
Mustafa Ulusoy / Giderken Bana Bir Şeyler Söyle


Hepimize aynı yağmurlar yağar;
kimimizi ıslatır, kimimizi ıslatmaz
Ahmet Şerif İzgören / Şu Hortumlu Dünyada Fil Yalnız Bir Hayvandır


Ve on ikinci fersahın sonunda, güneş ışınları sel gibi aktı.” Büyük patlamadan bugüne, aydınlıkla karanlık sürekli yer değiştiriyor. Bir aydınlık karanlığın yerine, bir karanlık aydınlığın yerine geçiyor. İnsanlığın en kadim destanında Gılgamış, güneşin yolunu, güneşin doğuşu yönünde dağdan geçerek izlemeye koyulur. Bir fersah yol alınca, çevresini saran karanlık yoğunlaşır. Işık yok, önünü ardını göremez. Uzun, tehlikeli ve karanlık bir yolculuktan sonra Gılgamış ışığa kavuşur. Bin yıldan sonra Baz da, aynı fersahlardan geçerek, Dağlar Ülkesi’ne, “karanlık” diyara doğru yola çıkar, ancak amacı Gılgamış’ın amacıyla ayn değildir. Biri ölümsüzlük otunu arar, öteki koynunda ölümü gezdirir. Ve Kevok, Büyük Ülke’den kanatlanır Jir’in ardından, boyunduruk tanımaya aşkına doğru uçar. Baz’ın bakışlarına sinen ölüm karanlığ, Kevok’un gözlerine oturmuş aşkın ışığıyla aydınlanır. Ölüm-kalım savaşındda ölüm, onları sonsuz bir karanlığın içinde bırakır; ikisi de, soğuk toprağa düşer ve buna sadece gökteki yıldızlar şahit olur. “Yiğitler, yol göstericiler de aya benzer, önce büyür, her yeri ışığa boğar, sonra kaybolup giderler.”
Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık
Mehmet Uzun…


“Yüreğim seni çok sevdi
O yürek taLan
O yürek yangın yeri
O yürek seni istiyor
Bir tek seni..”
Canan Tan / Yüreğim Seni Çok sevdi


-”Çalışmak,üç büyük eksikliği uzaklaştırır; can sıkıntısını,kötü alışkanlıkları ve yoksulluğu…”
Kandid ya da İyimserlik – Voltaire


-”Şeytanın yarattığı bir gökkuşağı gibidir kıskançlık…Kendini tutsak,kıskandığını özgür görürsün.”
Kristal Denizaltı – Ahmet Altan


-”Hayır” demesini bilmeyen kişi güçsüz kişidir.”Hayır” demesini bilmeyen kişinin “evet”inin de anlamı yoktur.”
SAVAŞÇI – D.Cüceloğlu


-”En büyük iyilik,”İyilik ya da Kötülük yapma özgürlüğüdür” ve evlatlarına bu iyiliği vermek için Tanrı aralarından bazılarının bunu kötüye kullanmalarını kabullenmek zorundadır…”
BAUDOLİNO – Umberto Eco

10 Nisan 2012 Salı

TABİ Kİ İSKENDER PALA...



Belki de en sevdiğim sakarlığın, gözlerime takılıp yüreğime düşmendi.

O ki; rüyana gireceğim diye söz verdi. Nice yıllar geçiyor ki bu söz yüzünden gözüme uyku girmedi.

Senden dolayı seviyorum seni ey sevgili.. Öyle ki kıskançlığımdan kendi gözümle bile dost değilim...

Kimileri Gül dediler, ömür boyu güldüler; Kimileri de Gül dediler, Gül uğruna öldüler.

Aşk iğnesiyle dikilince bir dikiş, kıyamete kadar sökülmez imiş.

Dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir. Hayat ancak sevgiyle tatlıdır.

Aşk bakmakla güzelleşir, Konuşmakla zenginleşir, Dokunmakla bozulur.

Aşk tek kişiliktir. İki kişinin birbirine Aşık olması diye bir şey, hiç olmamıştır.

Göz... Savaşı başlatan haberci. Bakış... Elde olmayan kader,ilahi kaza. Ve aşk... Kalp ile göz arasında kutlu bir hadise.

Beni aşkın yağmur olup yağdığı, zamanın aşka kurulduğu, aşkın zekât olarak verildiği coğrafyalara götürsünler istiyorum.

Ey Aşık..!! Sevgilinin hasretiyle, seherlerinde âh ederek gözyaşı döktüğün geceler miktarınca, aşkın sana kutlu olsun..!

Ey Yar Ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş ; Yüreğimin dibine kadar yolun var.

Aşk. Gök kubbenin altındaki en gizemli kelimelerden biri, binbir başlı bir ırmak, her birinin
yolculuğu ayrı ama hepsinin ulaşmak istediği deniz bir.

Ben, Leyla'nın nazik elleriyle koyduğu denkler arasına katışıp giderken, yazık ki o hiç duymadı çığlıklarımı. İlk ayrılığı ve ilk acıyı bu yolculukta öğrendim. Yaprak yaprak aşk, tomar tomar hasret taşıyordum içimde...

Senin beni unutma ihtimalini hatırlayıp çıldırıyorum bazı günler ve bazı geceler yüzünü eskisi gibi hayal edemeyeceğimden korkup kahroluyorum. Sonra tevbeler ediyorum. Seni unutma ihtimalini düşündüğüm için.

Hüzün, bir hazin kelime... Ayrılık gibi, hicran gibi; ama mutluluk gibi de. Bazen bir gözde görürüz onu, bazen bir yüzde. Bazan bulutlarla gelir, bazen lodoslarla.

Aşk, kelimesinin bir anlamıda sarmaşık demek. Nasıl ki bir sarmaşık bir ağacı çepeçevre sarıp, onun dış dünya ile ilişkisini keser ve sardığı ağacı bir süre sonra kurutursa, aşk da sardığı tuttuğu kişiyi çevresinden koparır ve bir süre sonra o ağaç gibi kurutur...

Her gözyaşının ayrı bir anlamı vardı. Her damlanın hangi zamanda, hangi mekânda, hangi kişiyle paylaşıldığı önemliydi. Gözyaşları ne kadar çok şeye tercümanlık yapıyordu! Damladığı, süzüldüğü, aktığı veya kana dönüştüğü zaman, hep ayrı manaları vardı. Gözyaşları gizli duyguları açığa vuran mektuplar gibiydi.

25 Ocak 2011 Salı

hayata dair,edebiyat,siyaset.: yönetim ve mizah

hayata dair,edebiyat,siyaset.: yönetim ve mizah

yönetim ve mizah

Günümüz İş Dünyasında Örgütsel İlişkilere Mizahi Bir Bakış
Dilbert İlkesi Ve Oa5 Yönetim Modeli
H.Bahadır Akın

yönetim kavramının bir bilim olarak incelenip uygulandığı geçtiğimiz yüzyılda gerek özel sektör işletmeleri gerekse kamu kesimindeki organizasyon ve yönetim sorunları üzerine yazılan makale ve kitap sayısı binlerce ciltle ifade edilecek bir düzeye ulaşmıştır. kurumlar açısından en uygun yönetim ve örgütleme tarzını arayışla geçen bu yüzyıl boyunca hemen her on yılda bir yeni teori ve kavramlar ortaya atılmış, örgüt kuramcıları ve uygulamadaki yöneticiler söz konusu teori ve kavramlardan medet umarak örgütlerini söz konusu yöntemlere uydurmaya çalışmışlardır. gelişen bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin şekillendirdiği yeni küresel iş dünyası ve rekabetin hakim unsur olduğu 1980 ve 1990'lı yıllar işletme yöneticiliği açısından gelip geçici birer heves şeklindeki yönetim modalarının hüküm sürdüğü çalkantılı dönemler olarak kabul edilebilir.
örgütlerdeki mükemmeli arayış çabaları bir çok araştırmacı tarafından ciddiyetle incelenmiştir. ancak, söz konusu arayış içindeki örgütlerde ortaya çıkan birey ve grup temelli ilişkilerin çok kere kara mizah tarzında uygulamaları beraberinde getirdiği aşikardır. gerek özel sektör gerekse kamu kesim örgütlerinde görülen uygulamalar olaylara mizahi bir gözle bakabilen kişiler için her zaman sınırsız bir malzeme olmayı sürdürmüşlerdir. iş dünyası ve kamu bürokrasisindeki örgütsel ilişki ve faaliyetlerden kaynaklanan komik durumları inceleyen sayılı eserler arasında en meşhur olanları 1957 yılında c.northcote parkinson tarafından kaleme alınan "parkinson kanunu" ve 1971 yılında yayınlanan laurence j.peter'in "peter ilkesi" isimli kitaplarıdır. gerek peter gerekse parkinson'un daha sonra tamamlayıcı nitelikte yazdıkları kitaplar ve bazı şirket yöneticilerinin deneyimlerini aktardıkları eğlenceli bir üslupla kaleme alınan eserler bulunmakla* beraber bunlar söz konusu iki eser kadar ünlü ola mamışlardır. 1980 ve 90'lı yıllarda da yönetim ve organizasyon olgusuna mizahi bakışlar sürmüş, ancak bu konuda son dönemin belki de en etkili eseri 1996 yılında abd'li karikatürist scott adams tarafından yazılan ve peter ilkesini ikame etme iddiasını taşıyan "dilbert ilkesi" olmuştur.
parkinson kanunu, peter ilkesi ve bunların devamı niteliğindeki eserler 1972 ve 1975 yıllarında amme idaresi dergisinde "yönetimde mizah" konulu iki ayrı makalede prof dr.kurthan fişek tarafından detaylı bir şekilde ele alınmıştır. söz konusu makalelerin bir ölçüde ve belki de gecikmiş bir devamı niteliğinde olan bu çalışmada, kısaca yönetim ve örgütlerde mizaha unutulmaz iki katkı olan parkinson kanunu ve peter ilkesi hatırlatıldıktan sonra özellikle 1990'lı yılların çağdaş iş dünyası karmaşasına mizahi bir açıdan bakan dilbert ilkesi detaylı olarak ele alınmaya çalışılacaktır. bu açıdan çalışma büyük ölçüde scott adams'ın 1996 yılında piyasaya çıkan kitabından yapılan alıntılardan oluşan bir tanıtım yazısı mahiyetinde olacaktır.
1.parkinson kanunu
parkinson kanunu, özellikle örgütlerde katı bürokrasi ve kuralcılığın sonuçlarını mizahi dille inceleyen bir eserdir. parkinson kitabının ilk bölümünde kural olarak herhangi bir işin her zaman bitirilmesi için ayrılan zamanı dolduracak kadar uzun olduğunu ifade ederek, en boş kişilerin en fazla meşgul görünebileceğinden söz eder ve sonunda en meşhur kanunu olan iş hacmi ile memur sayısı arasındaki ilişkiye geçer. buna göre, " yapılan iş ister artsın, ister azalsın, hatta ortada isterse hiç iş filan olmasın memur sayısı sürekli olarak artacaktır." yani memur sayısı başka değişkenlere değil kendi hareket kanunlarına göre seyreden bağımsız bir değişkendir.
buna örnek olarak 1935-1957 yılları arasında sürekli artma, sonra azalma ve sonunda iyice azalma eğilimi gösteren ingiltere sömürge alanıyla ilgili bakanlığın memur sayısı verilebilir. sömürge alanı hep dalgalı, yani artmalı ve azalmalı bir yol izlerken ve 1947-1954 yılları arasında sürekli azalırken memur sayısı bu değişmeden bağımsız olarak 1935'te 372 kişiden 1939'da 450 kişiye, 1943'te 817, 1947'de 1139'a ve 1954 yılında 1661'e çıkmıştır. dolayısıyla kesintisiz bir artıştan söz etmek mümkündür.
yine parkinson'un kayda değer tesbitlerinden biri komisyonların tabiatı itibariyle esasında cansız ve mekanik değil organik varlıklar olduğunu ortaya koymasıdır. komisyon kök salmakta ve büyümekte, çiçek açmakta, solmakta ve başka komisyonların da kendisinden neşet edeceği tohumunu etrafa salarak ölmektedir. komisyonların üye sayıları ile komisyonların arasında ters yönde bir ilişki mevcuttur. bununla beraber komisyonlarla ilgili iki önemli kural da komisyonlarda kararın ilgisizlerin oylarıyla alınması ve konunun önemiyle tartışma süresinin ters orantılı olmasıdır. bu son cümle şu şekilde de ifade edilebilir: belirli bir iş için ayrılacak ödeneğin tutarı ile o konuda yapılacak tartışmaların süresi ters orantılıdır.
parkinson kitabında örgütlerdeki katı bürokrasi ve kuralcılıkla ilgili daha bir çok konuyu ele almaktadır. bunların arasında en önemlileri personel seçimi, yıllık olağan toplantılar, planlar, yapılar ve idari binalar olarak sıralanabilir. nihayet parkinson örgütlerde mevcut olan bir hastalığa değinerek çalışmasını sonlandırır. buna göre örgütlerde değişik oranlarda ve yöneticilerin yeteneksizliğinden kaynaklanan sorunlar neticesinde örgütü bir felç durumuna getirecek ve hastalığın durumuna göre tedavi gerekecektir.
örgütsel rahatsızlığın ilk işareti kendisinde yüksek derecede ehliyetsizlik ve kıskançlığı birleştiren bireylerin kuruluş hiyerarşisinde görülmesiyle ortaya çıkar. bu niteliklerin hiç biri kendi başına önemli değildir, ancak belli bir yoğunlukta biraraya geldiklerinde reaksiyona girerek "injelitance" olarak isimlendirilen yeni bir öz meydana getirirler. bu özün varlığı kendi bölümünde herhangi bir başarı elde edemeyen, sürekli olarak başka bölümlere de egemen olmaya ve merkezi yönetimin kontrolünü ele geçirmeye çalışan herhangi bir bireyin hareketlerinden rahatça ortaya çıkarılabilir. injelititis, kendi kendine oluşan aşağılık duygusu hastalığı olarak oldukça yaygın bir biçimde görülen teşhisi tedavisinden çok daha kolay bir hastalıktır. injelititis hastalığına yakalanmış bir kişi kendisinden daha yetenekli olanları çevresinden uzaklaştırmak için yaptığı ısrarlı mücadelesi ve keza zaman içinde kendisinden daha güçlü duruma gelebilecek kimselerin bulunduğu yere tayin ve terfisine karşı çıkmasıyla kolayca tanımlanabilir.
bu kişilerin yetkileri ele geçirmeye başlamasıyla merkezi idare yavaş yavaş başkan, müdür veya yöneticiden daha aptal kimselerle dolar. eğer kuruluşun başkanı ikinci sınıf bir insansa, en yakın personelin üçüncü sınıf olduğunu düşünecektir. buna karşılık personel de kendilerine bağlı görevlilerin dördüncü sınıf olduğuna inanacaktır. kısa süre sonra aptallık konusunda gerçek bir yarışma başlayacak, insanlar olduklarından daha beyinsiz gibi davranacaklardır.
hastalığın son evresinde kuruluşun bütününde zekadan hiçbir kıvılcım dahi kalmadığı zamana ulaşılır. kuruluş bu koma aşamasında pratik amaçları açısından ölü sayılır. ilan panosunda dört yıl öncesine ait bir konser afişi göze çarparken, bay brown'un odasındaki isim tabelasında bay smith'in ismi asılıdır. kırık pencereler derme çatma mukavva parçalarıyla tamir edilmiştir. elektrik düğmeleri dokunulduğunda hafif fakat acı bir şok vermektedir. tavandaki badana kalıp kalıp dökülürken duvardaki badana lekelerle doludur. elektrik düğmeleri dokunulduğunda hafif fakat acı bir şok vermektedir. damın kırık penceresinden damlayan sular altına konan kovanın dışına taşmakta, bodrum katının bir yerlerinden aç bir kedinin bağırtıları duyulmaktadır. hastalığın son aşamasında bütün kuruluş çökme noktasına gelmiştir. bu noktada herhangi bir tedaviye kalkışmak için artık çok geçtir, işlev açısından kuruluş artık ölmüştür.
tedavide ilke olarak nasıl bir hasta kendi apandistini alamaz veya dişini çekemezse, çözümün dışarıdan gelmesi şarttır. ancak hastalığın çok ilerlemiş olduğu durumda artık kurtuluş ümidi kalmamıştır. tek çare, kuruluşun feshedilerek tamamen yeni bir adla, yeni bir yerde ve yepyeni bir personelle silbaştan işe başlamasıdır. bütün malzeme ve dosyalar imha edilmeli, sigortalandıktan sonra binalar ateşe verilmelidir.

2.peter ilkesi
parkinson kanununu dikkate almakla beraber onu aşma iddiasında olan bir diğer yaklaşım peter ilkesidir. laurence peter, kişisel yetmezlik düzeyi kavramını ortaya atarak hiyerarşideki her memurun kişisel yetmezlik (memurun kişisel olarak kendinden bekleneni verememesi durumu) düzeyine ulaşma eğiliminde olduğunu ileri sürmüştür. aslında peter ilkesi basit bir tespite dayanmaktadır: bir işi iyi yapan insanın ille de her işi yapması gerekmez. iyi bir komutan olan macbeth krallıkta, iyi bir öğretici olan socrates de savunma avukatlığında yetmezlik düzeyine ulaşmışlardır.
hiyerarşi içinde yürütülen ve sonuca götürülen tüm çalışmalar henüz yetmezlik düzeyine ulaşmamış birkaç memurun eseridir. peter ilkesi yetmezlik düzeyini niteleyen belirtileri şu şeklide sayar:
* tikler ve garip alışkanlıklar
* kalıplaşmış konuşma teknikleri
* kağıt düşmanlığı
* kağıt tutkusu
* resmi konuşmalar arasında fıkra anlatma ve nutuk atma
bu evrede başarılı olmak isteyenlere peter'in sunduğu reçete de şudur:
* somut iş yerine görüntü üretiniz
* en ilgisiz işlerle uğraşmaya bakınız
* dar bir alanda yoğun şekilde uzmanlaşınız.

6 Mayıs 2010 Perşembe

MURPY KANUNLARINDAN SEÇMELER...
Yere düşen her şey ulaşılması en zor köşeye yuvarlanır.
Ne zaman arabamı yıkasam yağmur yağar, yağmur yağacağı için arabamı yıkamadığımda yağmur yağmaz.
Reçelli ekmek ne zaman yere düşse reçelli kısmı hep yere gelir.
Özür dilemek, izin almaktan daha kolaydır.
Uyuyan bir bebek, anne babası uykuya dalınca uyanır.
Bir şey tamir ederken elin tamamen yağlandığında burnun kaşınır.
İnsanların seni seyretme olasılığı düştüğün komik durum ile doğru orantılıdır.
Yanlış numara çevirdiğinde çevrilen numara kesinlikle meşgul değildir.
Patronuna lastiğin patladığı için geç kaldığını söylediğinde ertesi gün lastiğin gerçekten patlar.
Gırgır geçmeye başladığın anda patron kapıda görünür.
Sıkışık trafikte şerit değiştirdiğinde, terk ettiğin şerit daha hızlı akmaya başlar.
Duşa girip ıslandığında telefon çalar.
Birileri ile karşılaşma ihtimalin, görünmek istemediğin zaman en üst düzeydedir.
Bir makinenin çalışmadığını ispat etmen gerektiğinde kesin çalışır.
Kaşıntının şiddeti ulaşma zorluğun ile doğru orantılıdır.
Sinemada sıranın ortasında oturanlar salona en son girerler.
Ayağınıza tam oturan bir ayakkabı kesinlikle mağazadaki ayakkabıların en çirkinidir.
Herhangi bir şeyi beğendiğinizde derhal üretimden kaldırılır.
Birşeye ulaşmak istediğinizde ve ulaşamayıp umudunuzu kestiğiniz anda, bir yerden bir şekilde size gelir.
İşler yolunda gittiği zaman mutlaka bir terslik vardır.
Aradığınız şeyi baktığınız en son yerde bulursunuz. (Aranılan bir şey birkaç yere bakılarak bulunur ve bulma eylemi zaten en son bakılan yerde gerçekleşir.)
Herhangi bir bilgide sayılar çok doğru gözüküyorsa boşuna kontrol etmeyin, yanlıştırlar.
Bir teklifin gerçek olması güvenilir olmasını gerektirmediği gibi, güvenilir bir teklifin de gerçek olması gerekmez.
Telefon çalmasını beklediğin süreler boyunca çalmayacak, ancak başından ayrılıp başka bir işle meşgul olduğun anda çalıp seni bölecektir.
Siz sınavlara istediğiniz kadar çalışın, sonunda her zaman çalışmadığınız bir yerden çıkacaktır!
Ne zaman sınavlara çalışacak olsanız uykunuz gelir, sınavdan sonra uykunuz açılır.
Dakikalarca beklediğin otobüs sen tam sigara yaktığında gelecektir.
Sigara dumanı her zaman sigara içmeyen kişiye doğru gelir.

10 Mart 2010 Çarşamba


WHAT A WONDERFUL WORLDgülhan karadağ

Der Louis Armstrong bunu görmek için başımızı gökyüzüne çevirmemiz yeterli…Çocukluğumdan beri bu şahane doğayı soluğum kesilerek izlerim.ama gerçekten soluğum kesilerek ,öyle ki artık şehir hayatından izole durumda olan kırlara,dağlara,tepelere çıkarken heyecan ve mutluluktan titrerim. İlk insanların genetik kodlarının mirasçısı olduğumuz söylenir bazılarınca ben buna doğaya çıktığım zaman inanıyorum. sanki doğayla aramızda sıkı sıkıya bir bağ var,gözle görülmeyen…yakut gibi ağaçların arasından süzülen altın sarısı gün ışığı en muhteşem ruhumu en çok okşayan manzaradır bu. O anda ne zaman ne de mekan hiçbir şey kalmıyor hayatımda. Sadece o an kendimi doğayla bütünleşmiş hissettiğim ağaçların fısıltılarının neredeyse çok sevdiğim blues müziğe dönüştüğü, sanki küçük ağaç cinlerinin ağaç gerilerinden otların aralarından bakıp kaçıştıkları ,ruhumun tam anlamıyla genleştiğini
hissettiğim zamanlar üstü bir deneyimdir benim için.
HAYATI YAZANLAR(RUS YAZARLARI) gülhan karadağ Rus yazarlar,insanı okuyan ,yazan ,hayatın ta kendisi olan yazarlardır bence .yaratıcının bu sanki rus yazarlara lütfuymuş g.b. geliyor bana ,alın elinize irdeleyin,Gogol’u ,tolstoy’u ,Dostoyevski’yi ,Çehov’u ve diğerlerini ,şimdiye kadar okuduklarınızla kıyaslayın,hayatı bulursunuz ,salt insanı .Çağdaşı İngiliz ve Amerikan edebiyatının şatafatlı malikanelerinin yerini insanın şatafatlı iç dünyası alır.ortaokul yıllarında tanıştığım Çehov bana insanın sadeliğini anlatır , yeraltından notlar yazan Dostoyevski çetrefilliğini.Ve hepsi halkını ve onun alışkanlıklarını büyüleyici bir akıcılıkla abartmadan anlatır ve siz hiç sıkılmazsınız onların parlak dehalarının ürünü olan düzinelerce kiminde ise yüzlerce karakterin ayrı ayrı hikayelerini okurken bir solukta.onlar disiplinin,dehanın,acının,yoksulluğun,bitmez tükenmez savaşların ve en önemlisi insanın kendisiyle savaşımının yazarlarıdır,hayat(lar)a kalemleriyle can veren ,ve onu tüm benlikleriyle yaşayanlardır , okuyucusunu bile sarsan bu yazarların hayatı ne denli canlı yaşadıklarını tahayyül edemiyorum bile.